top of page

İklim Değişikliğine Muhalif Bir Bakış

  • Yazarın fotoğrafı: Fehmi Başusta
    Fehmi Başusta
  • 9 Tem 2022
  • 15 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 8 May 2023

Fehmi Başusta

Yerel Yönetimler Kent ve Çevre Çalışmaları Uzmanı



Dünya’da iklim değişikliği politikasının geçirdiği uluslararası süreç, bu konuda yapılan çalışmalar, üretilen küresel politikalar, süreçte rol alan aktörler ve tutumları ile nihai durum:

 

Yaşanılır bir dünya için; maviyi ve yeşili korumak zorundayız

Politikalar ve sınırlar üstü niteliğe sahip çevre sorunlarına uluslararası düzeyde çözüm arama uğraşlarının giderek önem kazanmaya başladığı bir süreçteyiz. Artık iklim sorununu çözmek için çoktan bir toplumsal değişimin gerekli olduğunu kabul ediyoruz. Küresel yüzey sıcaklıklarındaki artış 19. yüzyılın sonlarından başlayarak 1980’li yıllarla birlikte daha belirgin bir artışa geçtiği ve son yıllarda bunun hat safhalara çıkmaya başladığı görülmektedir. Kötü gidişi durdurmak bireysel, toplumsal ve evrensel bir sorumluluk gerektiriyor. Uluslar arası kurumlar, ulusların ortak kaderleri konusunda politik yollar üretirken iklim değişikliği modülünü önemsemek gerektiğini biliyorlar. Peki neden bunları konuşuyoruz,  neden şimdilerde iklim değişikliği bu kadar hem yerel, hem de genel bir tartışma konusu oldu?

 

Pervasızca tüketmenin doğal sonuçları

Son yüzyılda dünya kaynakları her zamankinden daha fazla tüketildi. Fosil kaynakların kullanımı nüfusla orantılı olarak hızlıca arttı. Beraberinde havayı kirleten gazlar çoğaldı. Sanayileşme, endüstri ve seri üretim beraberinde aşırı tüketici bireyi ve toplu tüketim mekanları olan kentlerin merkezlerine yakınlaşarak kentlerin havasını, suyunu ve denizlerini kirletti. Sanayi atıkları göllere, denizlere bırakılarak kirliliğin yayılmasına zemin hazırlandı.

 

İnsan doğaya hakim olduğu günden bu güne yapılan tek yönlü güç gösterisi kontrolsüz bir şiddete dönüştü. Çevreyi, iklimi, suyu merkeze koyan iyi yönlü politikalar sermayeyi ve küresel güçleri ilgilendirmiyor. Milyonlarca mülksüz, evsiz, yoksul, birikimsiz insan sürekli göçe maruz bırakılıyor. Bu göçlerin bir kısmının sebebi yerel savaşlar, çekişmeler, geril coğrafyalar ve politik baskılar iken, bir kısmının sebebi ise iklim değişikliği ve onun getirdiği felaketlerdir.

Son yıllarda çatışma yanlısı devletlerin ve ülkeler arasındaki eşitsizliklerin arttığı hatta gıda güvenliğinin ve gıda fiyatlarının alarm verdiği dünyada belirgin olan iki yeni sorundan birisi iklim değişikliği, diğeri göçtür.

 

Sistemli bir yok oluş insan eliyle inşa ediliyor. Daha şimdiden yoksul halkların coğrafyalarında ki yeraltı kaynaklarını tükettiler. Bu kaynaklar çıkarıldıktan sonra geriye kirletilmiş sular ve işlenmez verimsiz tarım alanları, yok edilmiş ormanlık alanlar ve elinden; havası, suyu, ormanı, tarımsal toprağı alınmış kendi kötü kaderine terkedilmiş yerel halk kalıyor. Bu yerel halk daha düne kadar mutlu olduğu, ekip biçtiği, doyduğu yeri neoliberal politikalar sonucu kaybediyor. Doymak ve yaşamak için yeni coğrafyalara göçe zorlanmış oluyor.

 

Kaynakları elinden alınan ve yoksullaştırılan, yoksunlaştırılan, mülksüzleştirilen ve umutsuzlaştırılan halkların iklim değişikliği konusunda çıkarılan faturalara ortak edilmeleri de cabasıdır. Adil politikalar üretilmelidir. Bilinmesi gereken şey, doğaya adil davranmadığımız için bugün bu sorunsalın yamaçlarında tutunmaya çalışıyoruz.

 

Uluslararsı neoliberal politikalar küresel dünyada sermayenin rantı elde edeceği kaynakları yer yüzüne çıkarmak için çalışıyor. Onlar için yaşanacak yer; yalıtılmış, duvarlarla örülü, akıllı ve ultra lüks, havuzlu, bahçeli, en üst seviyede güvenlikli özel malikaneleriyken iş yerleri dünyanın sömürülecek tüm kaynaklarıdır. Neoliberal politikalar sonucunda Dünya’nın en zenginleri sayıca azalıyorken, ellerinde ki sermayede kar topu gibi büyüyor.

Bir çok teorisyene göre iklim değişikliği ve sonuçlarında ki felaketlerin faturasının yoksul halklara çıkarılması bilinçli bir politikanın eseridir. Bu ve benzeri nedenlerle iklim değişikliği sınıfsaldır. Örneğin bitki büyümesi ve verimi konusunda da olumsuz etkisi olan iklim değişikliği yine yoksullukla mücadeleyi tehdit ettiği gibi fakir insanları ve fakir ülkeleri, iklimle ilgili şoklara daha fazla maruz bırakabilmektedir. Örneğin iklim değişikliği neticesinde 2030 yılına kadar aşırı yoksul insanlara 100 milyon insanın daha katılacağı öngörülmektedir. Her ne kadar iklim değişiklikleri yoksul ülkeleri daha çok etkiliyor gibi görünse de, tüm dünya ülkeleri bu olumsuzluklardan nasibini almaktadır. Var olan sistemgüçlü çelişkiler barındırıyor. Sebep olanlar sonuçlardan muaf tutuluyor.

 

Dünyanın en verimli doğal su kaynakları ya kirletiliyor yada kullanılmaz hale getiriyor. Yeraltı suları hızla azalıyor. Aynı kötü kaderi tropikal ormanlarda yaşıyor. Kent içi ağaçlar ve orman katliamı her yerde devam ediyor. Tarım alanları yapılaşmaya açılarak tarımsal alanlar yok ediliyor. Bütün bu olumsuzluklar sonucunda mevsimler hızla değişiyor. Çünkü fosil yakıtlar sonucunda sera gazı salınımı artıyor ve bu durum sıcaklığın artmasına sebep oluyor. Bunun yanı sıra sudaki, havadaki, tarım ürünlerinde ki kirleticiler de artınca yeryüzünün ısısı doğal olarak artmaya devam ediyor. Bu noktada hem bu sorunlarla ilişkili ve hem de sıcaklık artışıyla birlikte ismi sıkça dile getirilen küresel ısınmanın iklim değişikliğini tetiklediğini biliyoruz. Küresel ısınmayı, ikim değişikliği ile ilişkili ve ona neden olan temel alt faktör olarak görebiliriz.

 

Kutuplarda ki devasa buzullar eriyor. Bu durum o coğrafyalarda ki canlıların yaşam alanlarını yok ediyor. Bir yanda yüksek derecede sıcaklıklar nedeniyle orman yangınları yaşanırken diğer tarafta farklı anormallikler yaşanıyor; iklim değişikliğinin etkisi sıcaklıklardaki artıştan ibaret değil. Kuraklık, seller, şiddetli kasırgalar gibi aşırı hava olaylarının sıklığı ve etkisinde artış, okyanus ve deniz suyu seviyelerinde yükselme, okyanusların asit oranlarında artış, buzulların erimesi gibi etkenler sonucunda bitkiler, hayvanlar ve ekosistemlerin yanı sıra insan toplulukları da ciddi risk altındadır. İnsan doğayı kendi kontrolüne alıp sistemli şekilde yok ederken doğa bunun deyim yerindeyse faturasını aynı insana çıkarıyor. Şu ana kadar yüzlerce canlı türü bu anormallikler yüzünden yeni coğrafyalara göç ederken bazı türler yok olmayla karşı karşıyadır.

 

Daha somutlaştırmak için şunu söyleyebilirim; insan doğaya hakim olunca doğanın tüm kaynaklarını metalaştırmaya başladı ve tüketti. Fiziksel olaylar kimyasal tepkimeleri tetikledi ve bazı gazlar çoğalınca denge bozuldu. Denge bozulunca sistem sarsılmaya başladı. Sistem bozulunca da sonuçları felaket olarak karşımıza çıkmaya başladı. Ekosistem bir dengeler sistemidir. Her modülü kendi içinde dengeyi ve tüm modüller de bir arada bütün dengeyi inşa eder. Cansız çevre ile canlı çevrenin doğal birlikteliği…

 

İklim Değişikliği Nedir?

Gezegenimizin atmosferi tıpkı bir sera gibi çalışır. Yeryüzüne ulaşan güneş ışınlarının neredeyse yarıya yakını yeryüzünden yansır. Atmosferimiz, sera gazı olarak da nitelendirilen karbondioksit, metan, su buharı, ozon, azot oksit vb. gazlar sayesinde yeryüzünden yansıyan güneş ışınlarının bir kısmını tekrar yeryüzüne gönderir. Bir battaniye işlevi gören sera gazları sayesinde yeryüzündeki ortalama sıcaklık, insanlar, hayvanlar ve bitkilerin hayatını sürdürmesine imkân verecek bir ısı düzeyini, 15°C’yi yakalar. Sera gazları olmasaydı, yeryüzünün ortalama sıcaklığı -18°C civarında olurdu. Sera gazlarının bu doğal etkisi “sera gazı etkisi” olarak adlandırılır.

 

Atmosferdeki sera gazlarının oranı, 1750’li yıllarda başlayan sanayi devrimi sonrasında artmaya başlamış, karbondioksit oranı %40’lık bir artış göstererek 280 ppm’den 394 ppm’e ulaşmıştır. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’ne (IPCC) göre karbondioksit oranındaki artış öncelikle fosil yakıt kullanımından kaynaklanıyor. Kayda değer ikinci etken, başta ormansızlaşma olmak üzere arazi kullanımındaki değişimdir. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, insan faaliyetlerinin atmosferde yarattığı etkinin sonucunda küresel ortalama sıcaklıklarda artış yaşandığını ortaya koymuştur.

 

İklim değişikliğinin nedenlerine bakıldığında bunların doğal nedenler ve yapay nedenler olmak üzere ikiye ayrılabileceği görülmektedir. Doğal nedenlerin, dünyanın 4.5 milyarlık jeolojik tarihi boyunca dünya yörüngesindeki değişimleri ifade eden unsurlar olduğu göze çarpmaktadır. Bunlar; kıtasal sürüklenmeler, güneş etkinlikleri, volkanik patlamalar ve dünya yörüngesindeki değişimlerdir. İnsan kaynaklı iklim değişikliği şeklinde de ifade edilebilen yapay iklim değişikliğine neden olan unsurlar ise savaşlar, arazi kullanımındaki değişimler ve fosil yakıt kullanımına dayalı artan sera gazları konsantrasyonlarıdır

 

 

Dünya’da iklim değişikliği politikasının geçirdiği uluslararası süreç, bu konuda yapılan çalışmalar, üretilen küresel politikalar, süreçte rol alan aktörler ve tutumları

İklim değişikliği sorununa yaklaşım: BMİDÇS öncesi gelişmeler

Tüm insanlığı yakından ilgilendiren bir sorun olan iklim değişikliğiyle mücadele kapsamında Birleşmiş Millletler örgütü bünyesinde ne tür faaliyetlerin yapıldığı, bunların güçlü ve zayıf yanları bu çalışmada cevabı aranacak temel sorulardır. Bunun için öncelikle BM nezdinde bu konuda en önemli adımlardan birisini oluşturan BMİDÇS’dir. BMİSÇS öncesi çevre ve iklim değişikliği sorunlarının ele alındığı önemli gelişmeler vardır. Bu gelişmelerden bazıları şunlardır; 20. yüzyılın ortalarında ozon tabakasının delinmesi ve iklim değişikliğine ilişkin kaygılar artmıştır. 1972 yılında Stockholm-Uluslararası İnsan Çevresi Konferansı. 1979 yılında 1. Dünya İklim Konferansı, 1988 yılında Değişen Atmosfer Toronto Konferansı, 1988 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından IPCC’nin (Intergovernmental Climate Change Panel/Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) Kurulması önemli bir adımdır. 1988 yılında BM Genel Kurulu’nun 43/53 nolu kararı, 1989 yılında Atmosferik ve İklimsel Değişiklik Konulu Bakanlar Konferansı ve 1990 yılında BM Genel Kurulu’nun 45/212 nolu kararıyla “Hükümetlerarası Görüşme Komitesi (INC/HGK)” önemli adımlardır. Ayrıca INC’nin, BMİDÇS imzalanıncaya kadarki toplantıları yine önemlidir.

Birleşmiş Milletler’in, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi/BMİDÇS (United Nations Framework Convention on Climate Change/UNFCCC) ile bu konuda önemli bir adım attığı görülmüştür. BM’nin 1992’de Rio’daki Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda imzaya açtığı bu sözleşme, ülkelerin onaylaması ile 21 Mart 1994’te yürürlüğe girmiştir. BMİDÇS’nin yürürlüğe girmesinden itibaren ise her yıl “taraflar konferansı (COP)” düzenlenmeye başlanmış ve 2018 yılının sonuna kadar dünyanın farklı kentlerinde 24 “taraflar konferansı” gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmanın amacı, iklim değişikliği sorununa ilişkin BM dâhilinde ne tür gelişmeler yaşandığını ve ne kadar yol alınabildiğini belirleyebilmektir. Bunun için özellikle BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) iklim değişikliği sorununa yaklaşımına ve BM bünyesinde gerçekleştirilen konferans, sözleşme, protokol ve anlaşmalara başvurulacaktır. Bu kapsamda BMİDÇS önemlidir. Ayrıca, iki ayrı taraflar konferansının ürünü olan Kyoto Protokolü ve Paris Anlaşması da son derece önemlidir.

 

BMGK’nin İklim Güvenliği Yönündeki Adımları

Soğuk Savaş sonrası dönemde BMGK Soğuk Savaş döneminden farklı olarak daha çok BM Kurucu Antlaşması’nın VII. Bölüm kapsamında hareket etmeye başladığı ve bu bağlamda 39. Maddede belirtilen uluslararası barış ve güvenliği tehdit edebilecek unsurların çerçevesinin genişlediği görülmektedir. İklim değişikliği de bu anlamda yeni bir küresel güvenlik sorunu olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Bilhassa Soğuş Savaşın hemen ertesinde daha görünür bir hal alan küresel çevre sorunlarının uluslararası barış ve güvenliğin önemli bir unsurunu teşkil etmesi, BMGK’nin, iklim değişikliği de dâhil bu tür sorunları bu kapsamda değerlendirmesini beraberinde getirmiştir. 1994 yılındaki İnsani Kalkınma Raporu’nda yeni bir kavramsallaştırma olarak insani güvenliğe özel bir önem verilirken, söz konusu insani güvenliği tehdit eden 7 güvenlik alanından birisi de çevre güvenliği olarak belirlenmiştir.

 

Genel bir çerçevede bakıldığında, BM’nin bu sorununa ilişkin farkındalığını gösteren en somut gelişmenin kendi öncülüğünde gerçekleştirilen İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi olduğu söylenebilir. Bundan sonraki süreçte ise her yıl gerçekleştirilen ve dolayısıyla rutinleşen taraflar konferansı ile bu soruna kararlı yaklaştığını gösteren BM, bu girişimlerinin meyvelerini Kyoto Protokolü ve Paris İklim Anlaşması ile büyük ölçüde toplamaya başlamıştır.

 

BMİDÇS ve taraflar konferansları (COPS)

İklim değişikliği müzakere süreci 21 Aralık 1990’da “BM Genel Kurulu’nun 45/212 nolu kararıyla ‘Hükümetlerarası Görüşme Komitesi (INC/HGK)’” ile başlamaktadır. BM nezdinde çevre sorunlarına duyarlılığın bir göstergesi olarak Rio’da Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı düzenlenmiş ve burada ele alınan üç önemli konudan birisi iklim değişikliği olmuştur. Diğerleri biyolojik çeşitlilik ve çölleşmedir.1992 yılının 3-14 Haziran tarihler arasında gerçekleştirilen ve “Rio Dünya Zirvesi” de denen bu konferansta Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi imzaya açılmıştır (UNFCCC, 1992).

Sözleşmenin 2. Maddesi amacı, 3. Maddesi ilkeleri ve 4. Maddesi yükümlülükleri belirler. Sözleşmenin nihai amacı “atmosferdeki sera gazı birikimlerini, iklim sistemi üzerindeki tehlikeli insan kaynaklı etkiyi önleyecek bir düzeyde tutmayı başarmak” şeklinde belirtilirken, ilkeleri olarak ise eşitlik ilkesi, ihtiyatlılık ilkesi, sürdürülebilir kalkınmayı destekleme ve ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar ve göreceli kabiliyetler ilkesi olarak belirtilmiştir.

 

Bir yandan taraf ülkeler için ortak yükümlülükler belirlerken, diğer yandan gelişmiş ve gelişmekte ülke ayrımına gitmiştir. Taraf ülkeler için yükümlükleri içeren bu durumun üç şekilde tasnifi yapılabilir: a) Tüm tarafları bağlayıcı yükümlülükler b) EK-I taraflarının yükümlülükleri c) EK-II taraflarının yükümlülükleri (BMİDÇS, 1994). Ek-I taraflarını 1992 yılında OECD’ye (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne) üye olan sanayileşmiş ülkeler ve Rusya Federasyonu, Baltık Devletleri ve birçok Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini kapsayan pazar ekonomisine geçiş sürecindeki ülkeler (ekonomisi geçiş sürecinde ülkeler/EİT) oluştururken, Ek-II taraflarını EİT ülkeleri dışındaki, OECD’ye üye olan Ek-I ülkeleri oluşturmuştur.

 

Sözleşme tüm taraflara sera gazı azaltımı ve buna uygun politikalar izlenmesi konusunda yükümlülük getirmiştir. Ek-I taraflarına sera gazı salımlarını 1990 yılı seviyelerine indirmelerine ek olarak salınımlarını sınırlamaya yönelik önlemler almaya ve yutaklarını iyileştirmeye yönelik politika geliştirmeleri şeklinde yükümlülük getirmiştir. Gelişmiş ülkelerden oluşan Ek-II taraflarına ise gelişmekte olan ülkelerin sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirebilmeleri için onlara mali ve teknolojik destek sağlamaları noktasında yükümlülük getirmiştir.

 

Türkiye, OECD ve G20 üyesi ve gelişmekte olan bir ülke olarak 1992 yılında gelişmiş ülkeler ile birlikte imzaya açılan BMİDÇS’nin metninde yer alan Ek-1 (tarihsel sorumluk) ve Ek-2 (maddi sorumluluk) listelerinde yer almıştır. Buna karşın, 2001’de Marakeş’teki 7. taraflar konferansında (COP7) alınan kararla (ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluk ilkesi çerçevesinde sözleşmenin Ek-I listesinde bulunan diğer taraflardan farklı bir konumda olan Türkiye’nin özel koşulları tanınarak) ismi EK-II listesinden çıkarılmış, lakin EK-I listesinde kalmıştır

 

Alınan karaların politik amaçlara hizmet ettiği bilinmelidir. İklim değişikliği sorunu hakkında karar vermede bilimsel çalışmalar yol gösterici olsa da bu tür kararlarda ne kadar risk alınabileceğini belirleyen politik kararın etkisi belirgindir. Bireylerin ve kültürlerin tehlike tanımı ve anlayışında farklılıklar olabileceği argümanı ülkeler için de geçerlidir. Örneğin iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden daha fazla mustarip ülke ile bundan daha az etkilenen ülke için bu soruna yaklaşım aynı olmayabilir. Bununla birlikte az ya da çok tüm ülkeleri etkileyen ve küresel bir güvenlik sorunu haline gelen bu sorunla baş etme ihtiyacı, uluslararası toplumu ortak karara varabileceği yer arayışına itmiştir. Bu ise tüm tarafların söz sahibi olduğu ve yılda bir kez gerçekleştirilen “taraflar konferansı”dır. Taraflar konferansı Sözleşme’nin uygulanmasına, kurallarının daha ileriye taşınmasına ilişkin kararların alındığı ve yeni yükümlülüklerin belirlendiği bir platform olarak görülebilir.

 

BMİDÇS’den sonra her yıl düzenlenmiş taraflar konferansı sayısı 2018 sonu itibariyle 24’tür. Ancak Berlin Zirvesi’nden (COP1) Katowice Zirvesi’ne (COP24) kadar gerçekleştirilen taraflar konferanslarından Kyoto (COP3) ve Paris zirvelerinin (COP21) dışında maalesef çok etkili neticeler alınamamıştır.

 

 

Kyoto protokolü

11 Aralık 1997’de Japonya’nın Kyoto kentinde gerçekleştirilen 3. taraflar konferansında (COP 3), dünya genelinde sera gazlarının azaltılması notasında bağlayıcı hedefler içeren “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine İlişkin Kyoto Protokolü” benimsenerek 16 Mart 1998 tarihinde New York’ta imzaya açılmıştır. Kyoto Protokolü, 18.11.2004’te Rusya Federasyonu’nun onaylamasıyla 16 Şubat 2005’te yürürlüğe girmiştir

 

Protokol, sanayileşmiş devletlerin sera gazı salımlarını “stabilize etmeleri” doğrultusunda bağlayıcılığı bulunmayan bir yükümlülük barındıran BMİDÇS’nden farklı olarak sanayileşmiş ülkelere bağlayıcı sera gazı azaltım yükümlülüğü öngörmüştür (Kyoto Protokolü, 2005). Bununla birlikte BMİDÇS gibi iki ek listeye sahip Protokol’ün Ek-A kısmında emisyonlarının azaltılması istenen 6 temel sera gazı ve kaynaklandığı sektörler bulunurken, Ek-B kısmında10 ise Sözleşmenin Ek-I kısmında bulunan ülkeler ve sayısallaştırılmış sera gazı emisyon indirim hedefleri bulunmaktadır. Kyoto Protokolü’nün 3. Maddesine göre; Ek-I’de bulunan taraflar, 2008-2012 yıllarını içeren taahhüt döneminde, Ek-A’da bulunan insanların sebep olduğu doğrudan sera etkisi oluşturan karbon-oksit (CO2), azot oksitler (N2O), metan (CH4), hidroflorokarbonlar (HFCs), perflorokarbonlar (PFCs) ve kükürt hekza florid (SF6) gazlarının toplam emisyonunu, 1990 yılı seviyesinin en az %5 aşağısına indireceklerdir (Çevre ve Orman Bakanlığı, 1998: 6; Ulueren, 2016).

Protokol çerçevesinde AB CO2 salımlarını 1990 yılı düzeyinin %8, Japonya %6, ABD ise %7’nin altına indirmeyi taahhüt etmiştir. Bununla birlikte küresel sera gazı emisyonlarının %25’ine neden olan ABD’de (Ulueren, 2016) dönemin Başkanı Clinton protokolü 1998’de imzalamasına rağmen kongredeki muhalifler onaylamamış ve daha sonraki Başkan Bush11 da bu anlaşmanın ABD ekonomisine olumsuz etkilerini öne sürerek onaylamayacağını bildirmesinden (Qi, 2011: 297) sonra protokol ancak 2005’te yürürlüğe fiilen girebilmiştir. Çünkü protokolün yürürlüğe konulabilmesi için, onaylayan ülkelerin 1990’daki atmosfere saldıkları karbon miktarının yani emisyonlarının yeryüzündeki toplam emisyonun %55’ini bulması şartı ancak 8 senenin nihayetinde Rusya’nın katılımıyla sağlanabilmiştir 2005’te işlerlik kazanan Kyoto Protokolü, iklim değişikliği sorununa özellikle sayısallaştırılmış sera gazı azaltımı noktasında bir yükümlülük getirerek çözüm olma noktasında önemlidir.

 

Türkiye Kyoto Protokolü’ne taraf olmakla birlikte Ek-B dışı bir ülkedir. Bu bakımdan Türkiye, Kyoto Protokolü’nün 2008-2012 yıllarını içeren birinci yükümlülük periyodunda EK B’de (taraf ülkelerin ve yükümlülüklerin belirtildiği listede) yer almadığı için genel ilke ve hükümlere tabi olmakla birlikte “sayısal olarak belirlenmiş bir sera gazı azaltım yükümlülüğü” yoktur.

 

Paris (iklim) anlaşması

Paris’te 2015 Aralığında gerçekleştirilen 21. taraflar konferansında; 2020’de işlerlik kazanacak olan yeni anlaşmanın müzakerelerine12 başlanmış ve nihayetinde “Paris Anlaşması” ortaya çıkmıştır. 21. taraflar konferansının ve bu konferans sonucunda ortaya çıkan anlaşmanın maddelerine baktığımızda Kyoto protokolüne göre daha esnetilmiş ve yaptırımı yok denecek kadar azdır. Kyoto Protokolü’nün taahhüt periyodunun sona ereceği 2020 sonrası için yeni iklim rejimini belirleyecek anlaşma, ülkelerin ortaklaşa geliştirdikleri sorumlulukları oranından ziyade kendi taahhütlerine (gönüllüğe) dayanan bir döneme işaret etmektedir. Bağlayıcılığı daha az olan bu anlaşma aynı zamanda daha öncekilerden farklı olarak sera gazı salınımının düşürülmesinde gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler arasında belirgin bir ayrım yapmadığı öne sürülmektedir.

 

Paris İklim Anlaşması’nın tarafı olan ülkelerin ilk toplantısına (CMA1) Marakeş ev sahipliği yapmıştır. Buradaki 22. taraflar konferansında (COP22), Paris Anlaşması’nın uygulamasına ilişkin önemli konular ele alınmıştır. Bu yapısıyla anlaşmayı güçlendirici yönü de bulunmaktadır.

 

Marakeş’te düzenlenen konferansın önemli neticeleri ise şu şekilde özetlenebilir. İlk olarak, ABD’nin yeni başkanı Trump’ın Paris Anlaşması’ndan çıkma işaretine rağmen ABD’nin dâhil olduğu BMİDÇS’nin 197 üyesi, Paris Antlaşması’nda belirtilen tüm taahhütlerin yerine getirilmesine ilişkin kararlılık mesajı vermişlerdir. İkinci olarak, ABD, Meksika, Kanada ve Almanya gibi ülkeler uzun vadeli (2050 yılına kadar) emisyon azaltımı hedefi belirlemişlerdir. Üçüncü olarak, zirvenin son gününde bir araya gelen Kırılgan Ülkeler Forumu üyesi ülkeler, Paris Anlaşması’nın öngördüğü 1.5°C hedefine uyumlu politikalar izleme ve uzun vadeli dekarbonizasyon stratejisi hazırlama gibi birçok “vizyon” belirlemişlerdir. Son olarak, Paris Anlaşması’nın başlattığı fosil yakıt piyasasından yenilenebilir enerji yatırımlarına doğru geçişin bu zirveyle hızlandığı görülürken, küresel şirketlerden de temiz enerji yatırımı konusunda destek gelmeye başladığı yeni bir döneme girilmiştir

 

Türkiye’nin temel itirazı, Türkiye’nin gelişmekte olan bir ülke olmasına karşın Paris İklim Anlaşması’nda gelişmiş ülke kategorisinde yer verilmesi ve yine dünyayı az kirleten ülkeler arasında yer almasına rağmen en fazla kirletenlerle aynı kefeye konmasıdır. Türkiye, bilhassa iklim değişikliği ile daha iyi mücadele edebilmek için özel koşulları olduğunu ve emisyon azaltımı ve iklim konusunda gelişmiş-gelişmekte olan ülke ayrımının daha net bir biçimde yapılması gerektiğini öne sürmektedir. Buna karşın bazı raporların da öngördüğü üzere 2030 yılına kadar enerji ithalatında 23 milyar Dolar tasarruf sağlama ve iklim değişikliği müzakerelerinde daha etkin bir politika izlenmesi gerektiğini düşünenler de vardır.

 

Karar COP’u’ olarak bilinen 2015 Taraflar Konferansı (COP21) ile ‘Eylem COP’u’ olarak bilinen Marakeş’te düzenlenen COP22’den sonra gözler Almanya’nın Bonn şehrinde düzenlenen COP23’e çevrilmiştir. Marakeş Zirvesi gibi Paris İklim Anlaşması’nın uygulanmasında sağlanan ilerlemelerin gözden geçirildiği konferans olmuştur. 6-17 Kasım 2017 tarihleri arasında Fiji’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilen söz konusu konferans, özellikle karbondioksit yoğunluğunun 2016’da rekor seviyeye ulaştığına ilişkin araştırma raporlarının geldiği bir döneme denk gelmesi sebebiyle daha fazla önem kazanmıştır.

 

Bununla birlikte 2016 Mayısı sonunda ABD Başkanı Donald Trump’ın Paris Anlaşması’ndan çekileceğini açıklaması sonrasında Washington yönetiminin tutumu Bonn’daki konferansa da yansımış ve ABD burada çekinik kalmıştır. Buna karşın Kyoto Protokolü’nde eyleme geçen Uyum Fonu’nun Paris İklim Anlaşması sonrasında nasıl şekillendirileceğine ilişkin teknik konuların da görüşüldüğü konferansta, ABD karşısında kendisi gibi karbon salınımı yüksek olan ülkelerden Çin ve Suudi Arabistan’ın müzakere sürecinde aktif rol aldığı gözlenmiştir.

Paris İklim Anlaşması’nın savunucusu AB ülkelerinin çabaları ve ikna kabiliyetleri küresel iklim değişikliği rejimini belirleyici niteliktedir.

 

Katowice’deki konferansta (COP24’te), iklim değişikliği ile mücadele hedeflerini somutlaştıran Paris Anlaşması Kural Kitabı’nın kabul edilmesi ve önümüzdeki 10 yıl içinde acil eylem gerekliliğine vurgu yapan IPCC’nin 1.5°C Özel Raporu’na devletlerin dikkat kesilmeleri önemli adımlar olarak değerlendirilebilir.

 

Kasım 2021’de Glasgow ‘da gerçekleşen COP26’da da iklim krizine çare olacak iklim değişikliği konusunda perspektif sağlayacak adımlar görülmemiştir. Yaptırımı olmayan, tavsiye kararları niteliğinde aynı zamanda belirsizliklerle dolu olduğu kolayca anlaşılabilir.

 

Nihai durum nasıl okunmalıdır?

Nihayetinde iklim değişikliği ile ilgili uluslararası kurumların, ulusların yaklaşımları evrilerek günümüze gelmiştir. Oldukça sorunlu ve isteksizce yapılan çalışmaların sonuçları toplumsal zorlamalarla yol almıştır. Dünyanın en gelişmiş sanayileri iklim değişikliği konusunda adım atmaktan uzak duruyorlar.

 

BM’nin bu soruna ilişkin farkındalığı noktasında en somut adım kendi himayesinde gerçekleştirilen İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi olmuştur. Bununla atmosferdeki sera gazı birikimlerini, iklim sistemi üzerindeki tehlikeli insan kaynaklı etkiyi önleyecek bir düzeyde tutmayı sağlamayı amaçlamıştır. Ancak burada ortak yükümlülüklerin yanı sıra gelişmiş ve gelişmekte ülke ayrımına dayalı ek yükümlülük de getirmesi dikkat çekicidir. BM, BMİDÇS’den sonraki süreçte her yıl düzenlediği taraflar konferansı ile hem iklim değişikliği sorununa eğilmedeki kararlılığını göstermiş hem de tüm taraflara söz sahibi olabilecekleri bir platform oluşturmuştur.

 

BM, iklim değişikliği ile ilgili mücadele çabalarında en belirgin ilerlemeleri, 3. taraflar konferansının ürünü olan Kyoto Protokolü ve 21. taraflar konferansının ürünü olan Paris İklim Anlaşması ile sağlamıştır. Elbette BMİDÇS’den Kyoto Protokolü’ne, ondan Paris (İklim) Anlaşması’na iklim değişikliği ile mücadelede her biri bir öncesinin ileri aşaması olduğunu, bu sorunla mücadelede uluslararası toplumun bilhassa BM bünyesinde sorumluluk bilinciyle hareket ettiğini göstermektedir. Bununla birlikte insanlığın yakın geleceğini ilgilendiren böyle bir sorun karşısında uluslararası kamuoyunun “iklim paradoksuna” düşmeden hareket etmesi gerekmektedir. Bu bilhassa Çin, ABD, AB, Hindistan ve Rusya gibi dünyayı en çok kirleten devletlerin kamuoyları için daha fazla önem taşımaktadır. Kaldı ki iklim değişikliği sorununa çözüm noktasında şimdiye kadarki yapılan en önemli girişim olan Paris Anlaşması’nda da önceliği dünyanın üzerine en fazla yük bindirenlerin alması gerekmektedir. Özellikle ABD, Rusya ve Çin’in bu anlaşmaya bağlılıkları ya da uzaklıkları anlaşmanın başarı ya da başarısızlığını etkileyecektir.

 

BM nezdinde yürütülen iklim müzakerelerinde gözlemlenen “öteleme” anlayışından başta gelişmiş ülkeler olmak üzere tüm ülkelerin kaçınması gerekir. Kaldı ki, iklim değişikliğinin küresel bir çevre sorunu olduğu düşünüldüğünde ve her ülkenin bir yolcu olduğu dünya treninde çözümler de küresel işbirliğini gerekli kılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Paris Anlaşması şimdiye kadar elde edilen önemli bir başarı olarak görülebilir. Ancak gelinen aşamadan taviz verilmemesi ve bu sorunla mücadelede daha ileri gidilebilmesi için uluslararası topluma daha fazla sorumluluk düşmektedir.

Peki bu gelinen nokta nasıl ifade edilmelidir. Bu halk dilinde nasıl kaleme alınmalıdır. Protokol dilinden uzaklaşarak ifade etmekte fayda vardır.

 

Son yıllarda felaket getirici iklim değişiklikleri gelecekteki tehditlerin habercisidir. ABD Hükümeti’nin en tepelerinden yapılan nükleer gücün yeniden canlandırılması ile ilgili iyi planlanmış bir siyasi baskıdır. İklim adaletinin vaatlerini yerine getirmek için kendimize daha da fazla soru sormamız gerekir. Belli başlı iklimi zirvesindeki günümüz çerçevelerini odaklandıkları konuların, önemli olsalar da, ardını nasıl görebilir ve sonuç alıcı eylemler yapma konusunda başarısız olmalarını nasıl anlayabiliriz? Kar peşinde koşan şirketler ve lobilerinin propagandasını yaptığı ve şimdi revaçta olan göstermelik çözümler nasıl ayırt edilecek ve maskeleri düşürecektir? İklim adaleti için yükselen seslerden ne öğrenilebilir ve bu doğrultuda nasıl hareket edebiliriz? Yeni küresel ekolojik hareketler egemen anlayışları baskılayabilir mi? Gerçek yerel politik kurumları geliştirmek ve bütün toplumlarda fakirler ve zenginler arasındaki uçuruma bir köprü kurmaya gayret etmek, kentsel politik yaşamı güçlendirmek ve toplumsal da duyarlılıkları gelişmesine yardımcı olmak zorundadır.

 

Yapılan onca uluslararası toplantıya rağmen hala dünyanın hızla tüketildiğini üretildiği ve iklim değişiminin çarpıcı felaketlerini hızla gidildiğini görüyoruz. Ekoloji ve kapitalizm bir arada olamıyor. Çözüm yollarının göstermelik çözümlerde aranması artık beyhudedir. Kirletmenin ticaretini durdurmak gerekiyor. Hayalleri olanların daha da ileriye gidip ütopik bir harekete dönüştürmeleri gerekiyor. İklimi adaleti ve daha yeşil bir dünya için ileriye bakmak zorundayız.

 

Paris’te elde edilen küresel anlaşmanın motivasyonunda özellikle kentlerin liderliği çok büyük bir rol oynadı. Kentler önemlidir kendileri Paris’te gösterilen bu yüksek ilgi uluslararası iklim müzakere süreçlerinde yeni bir gelişme olsa da yerel seviyede liderler iklim değişikliği ile mücadele için aslında 25 yıldır çalışıyor bu konuda Türkiye’nin özellikle belediyelerin uluslararası gözlemlerimize dayanarak baktığımızda çok geriden geldiğini söylemek mümkündür.

 

Giderek daha fazla kent lideri, emisyonların çoğunun yerel kaynaklı olduğunu ve yerel kontrol altında onların azaltımı için bir çok fırsat olduğunu anlayarak harekete katılacak kentlerin sera gazi emisyonlarını ölçmeleri, hedefler koymaları ve eylem planları geliştirmeleri için beraber çalıştılar onların küçük ideolojik hareketi bir uygulama topluluğu oluşturdu. Kentlerin iklime odaklanmaya başladığı ilk 20 yılda sayıları giderek arttı, ancak uygulamalar yavaş gelişti. İklim kirliliğini azaltmak için hedefler benzer yüzdelerle 15-20 yıl sonrası için rahatça konulacak. Bu egzersiz büyük oranda kendi içlerinde ve bağımsız olup ekonomik eylemlere odaklanacak. Kabul edilen hedefleri başarmak için var olan siyasi baskı genelde oldukça düşüktü. Eylemsizlik için bir bahane oluşturur korkusundan kent lideri iklim değişikliğine uyum konusundaki ihtiyaç hakkında çok az konuştular. Kentlerin iklim değişikliği baskılarını giderek daha fazla hissettiği bugünlerde hareketi tekrar hız kazanıyor. Yerel seviyedeki liderler arasında yeni bir işbirliği, inovasyon ve öğrenme dalgası görüyoruz. Kentler bilimi dinliyor ve kendilerini emisyon azaltma için daha ideal hedefler koyuyorlar. Karbon nötr. Fosil yakıtlardan kurtulma. Yüzde yüz yenilenebilir enerji.

 

Artık iklim sorununu çözmek için çoktan bir toplumsal değişimin gerekli olduğunu kabul ediyoruz. İklim liderleri kaynaklara güvenli daha adil erişim sağlamak ve düşük karbonlu alternatifleri yaratmak ve sunmak için en az problemin teknik doğası hakkında çalıştığımız kadar çok çalışmamız gerektiğini öğreniyorlar. İklim değişikliğine uyum hakkında konuşmaktan çekilmek yerine, bir yandan emisyonlar azaltırken bir yandan da iklim değişikliğini yerelde hazırlık ve dayanıklılığı geliştirmek üzere yollar aramamız gerekiyor. Yerel eylem yerel bağlamda gerçekleşiyor ve gerçek ilerleme bir çok zorlukla aynı anda çözüm ürettiğimiz zaman gerçekleşiyor. Kentler bunu anlıyor.

 

Basit ama etkili çözüm yolları var örneğin; enerji verimliliği, yenilenebilir enerji, ormansızlaşmanın önlenmesi, kirleticilerin azaltılması, geri dönüşüm, yeraltı kaynaklarına dokunulmaması, yerel seviyede etkili önlemler ve sürdürülebilir politik temel adımlardır.

 

 

 

 

Kaynakça

 

Çoban, Aykut., (2015) Yerel Yönetim Kent ve Ekoloji, İmge Kitabevi

 

Yılmaz, Gaye., (2013), Suyun Metalaşması, Evrensel Basım Yayım.

 

Keleş, R., Erbay, Yusuf., Görmez, Kemal.(2020) “Türkiye’de ve Avrupa’da Yerel Temsil ve Katılım” İmge Kitabevi.

 

Tokar, Brian., (2014)İklim Adaletine Doğru,Öteki Yayınevi

 

Gehl, Jan., (2020), İnsan İçin Kentler, Koç Üniversitesi yayınları:229 Kent çalışmaları.

 

Lepage, Corinne., (2021), Başka Türlü Yaşamak, Çev: Keleş Ruşen, Çiner Umut, Can., İmge Kitabevi

 

Enerji Bakanlığı, (2016). Uluslararası Müzakereler. http://www.enerji.gov.tr/tr-TR/Sayfalar/Uluslararasi- Muzakereler (Erişim Tarihi: 13.10.2016).

 

Akın, G. (2006). Küresel Isınma, Nedenleri ve Sonuçları. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi 46

 

Öztürk, M. & Öztürk, A. (2019). Birleşmiş Milletler'in İklim Değişikliğiyle Mücadele Çabaları, mer HalisdemirÜniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 12(4), 527-541.

 

Özdemir vd., 2013: 7,16; Enerji Bakanlığı, 2016

Enerji Bakanlığı, 2016; Ulueren, 2016

Özbuğday, http://www.sde.org.tr, 17.11.2016

FEHMİ BAŞUSTA

Yerel Yönetimler, Kent Kültürü, Kent Hayatı, Kültür

bottom of page